Krizlerin döngüselliği: Enerji krizi üzerine bir değerlendirme

05-01-2023

Küresel Finans Krizi, COVID-19 Krizi, Rusya-Ukrayna Savaşı, enerji krizi… Dünyanın içinde bulunduğu tüm bu krizler, geleceğe yönelik atılacak adımların da belirsiz olmasını beraberinde getiriyor. İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde Düşünce Proje ve Üretim Akademisi Müdür Yardımcısı olarak görev yapan Dr. Mefule Fındıkçı Erdoğan, dergimiz için kaleme aldığı makalesinde hem mevcut durumu değerlendiriyor hem de bu durumun olası sonuçlarına ışık tutuyor.

Krizlerin neden ve sonuçlarının tahlili, önlem alma veya riskleri yönetme kabiliyeti açısından ülkeler, işletmeler ve birey için oldukça önemlidir. Risk, ekonomik yapı ve ilişkiler sisteminin ortamındaki veya koşullarındaki ve ekonomik birimlerin sahip oldukları pozisyonlardaki değişime bağlı olarak karşılaşılan ekonomik ve finansal kayıp olasılığı olarak tanımlanabilmektedir. Söz konusu değişiklikler, tek tek ya da birlikte karmaşık bir yapı içinde gündeme gelebilmektedir. Ekonomi literatüründe krizlerin analizine ilişkin çalışmalar oldukça fazla olmasına karşın yaşanan krizlerin nedenleri, önlenmesi ve yönetimi gibi konularda standart teori ya da kurallar setinden daha çok, genel yaklaşımların kullanımına ağırlık verilmektedir. Özellikle 21. yüzyıl krizlerinin (Küresel Finans Krizi, COVID-19 Krizi, Rusya-Ukrayna Savaşı, enerji krizi) daha önceki dönemin krizlerinden büyük ölçüde ayrıştığı göz önüne alındığında, standart yaklaşımların yeterli olmayacağı, bu yüzden yeni normaldeki krizlerin ekonomik, finansal nedenlerinin/sonuçlarının derinlemesine analizi gereklidir. Ülkelerin gerek ekonomik gerek sosyal gerekse siyasal anlamdaki karşılıklı bağımlılıklarının artmasıyla 21. yüzyılda etkilerini daha da belli eden küreselleşme, hem pozitiflikleri hem de negatiflikleri bünyesinde ihtiva etmektedir. Dolayısıyla, krizlerin anatomileri ülkelerden ülkelere farklılık gösterse dahi küreselleşmenin etkisiyle bulaşıcılık kapasiteleri artmaktadır. Bu yüzden oluşturulan yerel refleksler yetersiz kalmakta, küresel reflekslerin ortaya çıkarılmasına duyulan ihtiyacı artırmaktadır.

Krizler dengeleri bozup kırılganlığı artırıyor
Ülkeler her ne kadar güçlü ekonomilere, sağlam altyapılara sahip olsalar da ortaya çıkan krizler hâlihazırda var olan dengeleri bozmakta ve kırılgan alanları ortaya çıkarmaktadır. Özellikle, ülkelerin krizleri anlama/tedbir alma süreleri uzadıkça yeni bir döngüye giren dünya gündemine yetişmekte zorlanarak uyum sorunları artan gelişmekte olan ya da gelişmemiş ülkeler, küresel ekonomiye eklemlenme süreçlerinde sorun yaşamaktadırlar. Ekonomik yapı ve ilişkiler sisteminde ileri ve geri bağlantısı en yüksek sektörler arasında yer aldığı için kilit sektör özelliğine sahip olan finans sektörü ise ayrı bir kırılganlık taşımaktadır. Finansal krizin nedenleri ve bıraktığı etkiler daha yeni netleşmişken, dünya ekonomilerinin, COVID-19 Krizi ve Rusya Ukrayna Savaşı’yla hiç beklemedikleri bir anda yeni kırılgan noktaları açığa çıkmıştır. Gelişmekte olan piyasalarda da krizlerin yarattığı ulusal ve küresel sorunların ardından hem makro hem de mikro manada yeniden yapılanmaların gündeme alınması gerekliliği aşikâr hale gelmiştir. Yeni tip bir kriz olan COVID-19’la birlikte, bireylerin ve işletmelerin hasar görme olasılıkları arttıkça kamu otoritesinin etkinliğini arttıran destek paketleriyle oldukça yüksek bir maliyeti üstlenmek durumunda kaldığı görülmüştür. Yeni tip krizlerin varlığı, kamu otoritesinin farklı bir rol üstlenmesine neden olsa da krizlerin olmadığı bir dönem tahayyül edilseydi dahi ekonominin yapısı yine kamu ağırlıklı mı, yoksa piyasa ağırlıklı mı olurdu muğlaklığı da mevcuttur. Yeni nesil ekonomik yaklaşımların alternatif bir düzende nasıl olacağını tartışmak, var olan konjonktürde beyhude bir çaba gibi görünse de krizlerin ardından yeniden gündemde olacağı unutulmamalıdır.

Milenyumun başlangıcında var olan makroekonomik pozitif tabloyu yeniden canlandırmak adına hem ulusal hem de küresel boyutta; istihdamın, üretimin ve ticaretin yeniden kurgulanması gerekmektedir. Unutulmamalıdır ki, G20 ülkelerinin bir araya gelme süreci 2008 Küresel Finans Krizi’nin ardından gerçekleşmiştir ve ülkelerin politik görünürlüklerinin arttığı, akabinde de dünyada güç merkezlerinin değişmeye başladığı açıkça görülmüştür. Yalnızca kritik hammaddelere sahip olmak, yalnızca üretimi desteklemek ya da yalnızca güçlü bir pazara sahip olmak ise ülkelerin kendi kendine yetebilme kabiliyeti hususunda yeterli değildir. Ülkelerin çevre ülke ya da yarı çevre ülke olma özelliklerinden kurtularak merkez ülkeler olabilme yeteneklerine kavuşmaları, bu yüzyılda bir gereklilik halini almıştır. Dolayısıyla yeni güç merkezlerinin edineceği yeni rol ve fonksiyonların neler olacağı, yeni bir bilinmezliği ortaya çıkarmıştır. Salgın sürecinde; tedarik zincirlerinde bozulmalar, üretimde aksaklıklar, tüketici davranışlarındaki değişimler ve ardından fiyatlar genel düzeyindeki bozulmalarla ekonomiler yeni yeni baş ediyorken yeni bir kriz ülkelerin gündemine girmiştir. Rusya-Ukrayna savaşı, hâlihazırda var olan sorunlarla birlikte enerji krizinin körüklenmesinin yanı sıra ülkelerin kendi kendilerine yeterlilik kapasitelerinin derinden sarsılıp sorgulanmasına sebep olmuştur.

Savaş daralmayı hızlandırdı
Her ne kadar enerji krizi, savaş ekseninde oluşmuş gibi görünse de aslında enerji piyasaları, pandeminin ardından 2021’de daralmaya başlamıştı. COVID-19 tedbirlerinin sona ermesiyle gelen ekonomik toparlanma, talebi karşılayacak arzın oluşturulması maksadıyla küresel enerji tüketimini ateşledi. Petrol, doğalgaz ve kömür piyasalarının tümü 2021’in ikinci yarısında daralmıştı ve yetersiz arz sebebiyle fiyatlar yükselme trendine girmişti. Ayrıca Rusya-Ukrayna Savaşı’nın 2022 yılının Şubat ayında başlaması, enerji piyasasındaki daralmayı hızlandırmıştır. Ortaya çıkan enerji krizi, dünyanın daha önce deneyimlediklerinden yapısal açıdan aynı görünse de içerik olarak farklılaşmıştır. Bugünkü kriz tüm fosil yakıtları kapsarken, 1970’lerdeki fiyat şokları, küresel ekonominin petrole çok daha fazla ve gaza daha az bağımlı olduğu bir dönemde, büyük ölçüde petrolle sınırlı kalmıştır. Sanayi Devrimi’nden bu yana üretimin petrole ve kömüre olan bağımlılığının yerini çevreci yakıtlar almıştır, ancak bu dönüşüm ekonomilerin bugün enerji nedeniyle girdiği krizi hafifletme yetisine sahip değildir.

Enerji krizlerinin içerikleri değişse de ekonomilerde oluşturdukları tahribatlar aynı kırılgan noktalardan mı kaynaklanıyor sorusuna cevap üretmek kritiktir; zira enerji krizleri sosyal ve politik kırılganlıklara neden olmakta ve/veya var olan kırılganlıkları da artırmaktadır. Nitekim 1970’lerde yaşanan petrol fiyatlarına bağlı enerji krizleri nedeniyle oluşan yüksek maliyetlerin; ekonomik koşullarının kötüleşmesine, işsizliğe, enflasyona ve nihayetinde durgunluğa sebep olması, 21. yüzyıldaki yeni nesil krizlerle ortak noktaları olarak ifade edilebilir. Ayrıca, kamu otoritelerinin bu dönemde uyguladığı teşvikler/destekler de benzerlikler göstermektir. Öyleyse krizler benzerlikler taşısa da içerik anlamında evrimleşirken uygulanan politikaların ülkeler üzerinde yaratacağı yan etkiler, başka krizlerin ya da yeni çıkmazların oluşumunu tetiklemeye meyilli midir? Kamu otoriteleri ya doğrudan yardım yoluyla ya da tüketiciler için fiyatları sınırlayarak ve ardından aradaki farkı enerji sağlayıcılarına ödeyerek hanehalkı ve işletmeler için etkiyi hafifletmeye çalışmaktadır. Pandemi döneminde oluşturulan teşvik ve destek paketlerinin büyüklüğü birçok ülkede talebin yapısı ve özelliklerini değiştirerek ülkelerin bütçe açıklarını artırmaya devam etmiştir. Dolayısıyla 2020 yılında alınan ekonomik önlemlerin etkiyi hafifletme gücü, enerji krizinde ülkelerin imkân ve kaynaklarının sınırlarıyla ilişkili hale gelmiştir. Günün sonunda, arz ve talep şoklarının bir sonucu olarak ortaya çıkan yüksek enflasyona çare bulmak adına bir grup ülke faiz oranlarını arttırırken bir grup ülke ise faiz oranlarını düşürmeyi tercih etmiş ve alternatif maliyetlere de bu minvalde katlanmıştır. Öte yandan ulusal ve küresel ilişkiler nedeniyle toplumun her alanını etkileme potansiyeline sahip enerji krizleri, diplomatik süreçleri de yeniden yapılandırarak enerji diplomasisi konseptinin gelişmesine sebep olmuştur. Bu diplomatik gelişmeler öyle kritik hale gelmiştir ki, ESG kuralları gereği çevreci enerji üretimi ve tüketimi konusunda çok hassas davranan ve kürenin geri kalanına da bunu empoze etmeye öncelik veren ülkeler, arz yönlü bir şoka karşı bu hassasiyetlerinin tamamını bir anda askıya alacak kadar esnek davranabilmiş ve bu sayede ekonominin sürdürülebilirliğini ve bireylerin temel ihtiyaçlarını rahatlıkla karşılayabilmiştir. Bu durum diplomasinin değişen koşullara karşı esnek olabilmesinin önemini ve değerini bir kez daha göstermiştir. Avrupa’da kömür tüketiminin yıllar sonra hızla artmaya başlaması, tüketimi kısmak adına yıllardır uygulanmayan -şehirlerdeki enerji tüketimini kısıtlamayı da içeren- katı kuralların hayata geçirilmesi ve maliye politikasındaki genişlemeye dair dirençleri bir yana bırakarak bireylerin enerji tüketiminde sürdürülebilirliğinin sağlanması ve dolayısıyla ekonomide derin bir resesyonun/depresyonun engellenmesi enerji diplomasisinin muhteviyatını ve kabiliyetini ortaya çıkarmaktadır.

Avrupa enerji konusunda alternatif arayışında
Enerji krizinin en çok etkilediği kıta olan Avrupa ise kriz öncesinde barışı sürdürüme nosyonuyla ortaya çıkan savaşta Rusya’nın karşısında yer almıştır. Böyle bir durumda, Batı Avrupa’nın birçok ülkesinin enerji ihracatçısı konumunda olan Rusya ile ikili/çoklu ilişkilerinde sorunlar yaşamıştır. Ülkelerin karşılıklı caydırma politikaları neticesinde küresel bir sorun olarak enerji krizi gündeme gelmiştir. Avrupa ülkelerinin Rusya’ya karşı uyguladığı ambargolar, en büyük enerji ihracatçısı konumunda olan ülkenin de politik çıkarlarını ekonomik yollardan elde etmeye çalışmasına neden olmuş ve nitekim Avrupa endüstrisinin enerjiye ulaşım yolu tıkanmıştır. Avrupa ülkeleri enerji sorununa alternatif çözümler üretmek amacıyla Cezayir, Norveç ve Azerbaycan gibi alternatif ihracatçılarla yeni kontratlar yapmış, Avrupa’da var olan kömür yataklarını yeniden faaliyete geçirmiş ve alternatif enerji kaynaklarının gelişim süreçlerini hızlandıracak aksiyonlara yönelmişlerdir. Bruegel tarafından yapılan haftalık doğalgaz izleme göstergesi, Rusya’dan sağlanan gaz miktarındaki şiddetli düşüşü net bir şekilde göstermektedir. Doğalgazın en büyük payı dört ayrı koridor üzerinden (Kuzey Akımı, Yamal, Ukrayna ve Türk Akımı) taşınmaktadır. Bu dört farklı Rus gazı koridoru, Kuzey Gazı’nın tamamlanmasını çevreleyen mevcut jeopolitik gerilimlerin merkezinde yer almaktadır. Bu yolların her biri aracılığıyla haftalık ithalat verilerini incelemek amacıyla oluşturulmuş göstergeye bakıldığında, karşılıklı politik yaptırımların etkisi net bir şekilde görülmektedir.

Avrupa endüstrisine verdiği tahribata binaen COVID-19 enflasyon kalıntısının enerji enflasyonundaki rolünü de irdelemek gerekmektedir. Gelişmekte olan ekonomilerde, hanehalkının bütçesinde enerji ve gıda için ayrılan payın hâlihazırda yüksek olmasının yanında ortaya çıkan krizle birlikte enerji faturalarında aşırı yükselme görülmüştür. Nitekim Avrupa’da 2022 yılının ilk yarısında hanehalkı ve hanehalkı dışındaki enerji fiyatları aşırı yükselmiştir. Bu yükselişle birlikte hanehalkının alım gücünün zayıflaması kamu otoriteleri üzerindeki sosyal devlet kimliğine ait olan baskıyı arttırmıştır.

Enerji krizinde ele alınması gereken diğer bir boyut ise çevresel faktörlerin etkileme ve etkilenme biçimleridir. Endüstri Devrimi’yle birlikte dünya genelinde fosil yakıtların kullanılması ve emeğin kol gücünden otomasyona doğru kayışı, klasik üretim ritüellerini değiştirmiştir. Enerji kaynaklarına olan taleplerin kömür ve petrolden, elektrik ve doğal gaza kayması ise daha çevreci yolların aranmaya başladığına işaret etse de üretime bağlı kirliliğin önüne geçilebilmiş değildir. Çevresel tahribatın dünya üzerindeki; iklim, hava koşulları, gürültü gibi sorunlarla sınırlı kalmadığını ve hatta uzayın bu konuya dâhil edildiğini unutmamak gereklidir. Yine de alınacak önlemler neticesinde tahribatın önce yavaşlatılması, ardından durdurulması hedeflerine ulaşılabilmesi için ülkeler farklı yıllarda, farklı çevre mutabakatlarını kabul etmiştir. Kamu otoriteleri, ulusal düzeyde bir dizi politika setleri ve düzenlemeleriyle yatırımcıları; çevresel, sosyal ve yönetişim (ESG) değerlendirmeleri, Paris İklim Anlaşması, Yeşil Mutabakat gibi sözleşmelerle bireyler, firmalar ve kamu için çevre dostu üretime ve tüketime teşvik etmiştir. Mevcut kriz, tıpkı 1970’lerdeki petrol şoklarının nükleer enerji, güneş enerjisi ve rüzgâr enerjisinin yanı sıra enerji verimliliğinde büyük ilerlemeleri teşvik eden rüzgâr enerjisi ve güneş enerjisi gibi daha temiz, sürdürülebilir ve yenilenebilir enerjinin piyasaya sürülmesini hızlandırma potansiyeli taşımaktadır.

Avrupa’nın enerji ihtiyacının bugün geldiği noktada, kullanımından vazgeçilmiş fosil yakıtların yeniden işlevsellik kazandırılma eğilimine girildiği ve temiz çevre amacının geri planda kaldığı görülmektedir. Hem enerji bağımlılığı hem de enerji maliyeti yüksek olan veya katma değerinin ilgili ülke ekonomisi için düşük olduğu sektörlerde, ithalat önemli bir tercih haline gelebilir. Bunun dışında, enerji maliyetlerinin nispeten daha ucuz olduğu ülkelere doğrudan yatırımların kayması durumu da söz konusudur.

Sosyal, siyasal ve ekonomik öncelikler farklılaşıyor
Krizlerden kaynaklı muhtemel değişimlerin politika yapıcılar tarafından gelecekte oluşturulacak tasarımlar açısından ne tarz bir değişim ve dönüşüm yaratacağı kritiktir, çünkü yeni nesil iş ve işlem yapma pratikleri ortaya çıkmakta ve siyasal, sosyal ve ekonomik öncelikleri farklılaştırmaktadır. Makro çerçevede ya da ulusal ekonomi politikaları bağlamında enerji dışı cari denge tartışmaları artarken mikro çerçevede ya da işletmeler düzeyinde enerjinin toplam maliyetler içerisindeki payı ana gündem maddeleri haline gelmiştir. Tekstil sektörü büyük ölçüde emek gücüne dayanmakta ve enerji yoğun bir sektör olması nedeniyle son dönem krizlerde kritik bir alan oluşturmaktadır. Tekstil endüstrisi, önemli miktarda enerji tüketen ve birlikte hareket eden çok sayıda tesisler bütününü kapsamakla beraber bir ülkede tekstil endüstrisi tarafından tüketilen toplam imalat enerjisinin payı, o ülkedeki imalat sektörünün yapısına bağlı olarak değişmektedir. Tekstil operasyonlarında önemli miktarda enerji tüketimine neden olan süreçler, endüstrilerin hızlı büyümesi nedeniyle sektörde enerji tasarruf modeline duyulan ihtiyacı büyük ölçüde arttırmıştır. Tekstil endüstrisinde, enerjinin yaklaşık yüzde 34’ü eğirmede, yüzde 23’ü dokumada, yüzde 38’i kimyasal işlemede ve yüzde 5’i de çeşitli amaçlar için tüketilmektedir. 

Tekstil fabrikalarındaki termal enerjininse büyük ölçüde suyun ısıtılması ve kurutulması olmak üzere iki işlemde tüketildiği bilinmektedir. Tekstil fabrikalarında yakıt tüketimi, tüketilen su miktarıyla hemen hemen doğru orantılıdır. Bu nedenle, su tüketimi azaltılabilirse, aynı zamanda enerji tasarrufu da sağlanabilecektir. Öte yandan tekstilde, hazır giyimin ve hanehalkının kullanımına yönelik ürünlerin öneminin kitleler nezdinde artması ve spesifik ürün kategorilerinde tekstil ürünlerine yer verilmesi üretimde otomasyon süreçlerinin gerekliliğine vurgu yapmaktadır. Ancak mevcut durum veya enerji gibi maliyet kalemlerini direk etkileme gücüne sahip sorunların söz konusu olabileceği konjonktürler sektörde, otomasyona yönelmek için yeni bir sistematiğin oluşmasını önemli hale getirmiştir. EURATEX 2022 raporuna göre enerji krizi sürecinde Avrupa tekstil ve giyim endüstrisinin rekabet edebilirliği düşmektedir. Raporda, üretim sürecinin farklı bölümlerinde gaz kullanımının sınırlı alternatifleri olduğundan, üretim maliyetlerinin keskin bir şekilde arttığı ifade edilmiştir. EURATEX, Avrupa Komisyonu ve üye devletlerden işletmelerin kapanmasını önlemek için sektörü acilen desteklemelerini talep etmektedir. Avrupa’da özellikle ısınma maliyetlerinin azaltılmasına yönelik uygulanmaya çalışılan politikalar, örneğin bazı kamu kuruluşlarında kontrollü ısınma süreçleri giyim sektörünü direk etkileme potansiyeline sahiptir. Bireylerin tercihlerinin hazır giyimde de ev tekstili ürünleri kategorilerinde de ısı korumalı ürünlere yönelmesi beklenmektedir. Zaten artan maliyetlere ek talebin oluşması hazır giyimin erişilebilirliğinin önünde bir engel olarak yerini almakta ve hanehalkının artan bir maliyet kalemi olmaktadır. Avrupa ve benzer ülkelerle diplomatik ve ticari ilişkileri göz önüne alındığında Türkiye’nin enerji sorunu yaşayan ülkeler için alternatif bir pazar olarak tercih noktası haline gelmesi muhtemeldir. Böyle bir konjonktürde, kamunun ve işletmelerin katılımıyla oluşturulacak enerji destekleme fonu, Türkiye’de hem artan rekabet gücünü destekleyecek hem de krizlerde katlanılacak maliyeti azaltacak yeni bir yapılanmanın oluşmasına olanak sağlayacaktır. Nihayetinde krizler, hem kalkınma hamlesi yapmak isteyen hem de refahlarını artırmak veya korumak isteyen ülkelerin ekonomik imkân ve kaynaklarını kullanma kapasitesinin önünde bir engel olarak ortaya çıkmaktadır. Krizler kimi zaman ekonominin dinamikleri, kimi zaman da uygulanan politikaların yan etkisi olarak ortaya çıkmaktadır. Dünya üzerinde meydana gelen en küçük bir etkinin bile kelebek etkisiyle devleşme potansiyeline sahip olduğu açıktır. Özellikle 21. yüzyıl krizleri, kırılganlaşma ihtimali yüksek hanehalkının, şirketlerin ve kamu otoritelerinin tedavi edilmemiş yaralarının üzerine kapatılmış yara bantlarının açılmasına neden olmaktadır.


Diğer Haberler