Tekstil sanatının izinde
İstanbul Modern’de şubatta başlayan ‘İplikten Çözülenler’ sergisi yüzlerce kişi tarafından ziyaret edildi ve tekstilin sanat ile ilişkisini gündemde tuttu. İstanbul Modern Küratörü Öykü Özsoy ile büyük ilgi gören ve henüz biten sergiyi değerlendirdik. Özsoy “Tekstil malzemesi farklı hikâyeleri nesilden nesile taşıyan bir aktarım nesnesidir. Bu sebeple de, toplumsal değişimlere hassas bir malzemedir” diyor.
İplikten Çözülenler’ sergisi yaklaşık dört buçuk ay boyunca ziyaretçilerle buluştu. Bu süre boyunca ziyaretçiler üzerindeki etkisi nasıldı? Sizi çok etkileyen tepkiler oldu mu, unutamadığınız bir şey var mı?
Ziyaretçilerimizden çok pozitif yorumlar aldık. Hem serginin hazırlık döneminde, hem de sergi süresince bizi mutlu eden olaylar yaşadık. Aklımda kalan iki tanesini paylaşabilirim: Serginin hazırlık sürecinde, Türkiye sanatında tekstil ile resmi ilk defa sentezleyerek tuvaline taşıyan sanatçılardan Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun geleneksel yazma motiflerini bir sanatçı olarak yorumladığı ve yeniden tasarladığı yazma kalıplarıyla birlikte, kendi ürettiği yazmaları sergiye dahil etmek istiyorduk. Bu sebeple, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun torunu Rahmi Eyüboğlu ile irtibata geçtik. Bedri Rahmi’nin halen Kalamış’ta bulunan, ziyaretçilere kapalı ev/atölyesini defalarca ziyaret etme ve daha önce gün yüzüne çıkmamış el yazmalarını ve kendi tasarladığı yazma kalıplarını ilk defa görme şansımız oldu. Bu yazmaların ve yazma kalıplarının bir kısmını sergide izleyiciye sunabilmemiz bizi çok mutlu etti. Ayrıca, Rahmi Bey’in izniyle fotoğraf sanatçısı Ziya Tacir tarafından çekilen atölye-evine ait güncel fotoğrafları da sergiye dahil ederek, bu önemli sanatçının çalışma ve üretme ortamını izleyicilerle paylaştık.
Sergide bir özel alan da Bauhaus’a ayrıldı. Bu fikir nasıl çıktı ortaya?
Almanya’da 1919 yılında Walter Gropius tarafından kurulan, sanat ve tasarım eğitimi anlayışına tüm dünyada yön veren bir okul olan Bauhaus’un özellikle dokuma atölyelerine adanan büyük bir yerleştirme sergide yer aldı. Bauhaus’ta eğitim veren hocaların bir kısmının İkinci Dünya Savaşı ertesinde farklı ülkelerde yaşadığını ve çalıştığını biliyorduk. Bu bilgiyi takip ederek, sergideki Bauhaus Alanı ile diyaloğa geçen ve bu etkileşimin izini süren bir diğer yerleştirme de, sanatçı ve eğitmen Harald Schmidt’in arşivine odaklanıyor. 1957’de kurulan Tatbiki Güzel Sanatlar Okulu Tekstil Bölümü’nün ilk öğretim üyelerinden Alman Prof. Harmi Ruland’ın rahatsızlığı sonucu ayrılmasından sonra, Bauhaus’un önemli isimlerinden Georg Muche’nin öğrencisi olan Harald Schmidt, 1959 yılında Türkiye’ye gelerek bölümde öğretim görevlisi olarak çalışmaya başladı. 2000 yılında vefatına kadar aynı bölümde çalışan, birçok öğrenci yetiştiren Schmidt’in dia arşivi, kumaş desenleri ve tasarımlarındaki arayışlarını, aynı zamanda Schmidt’in Anadolu’daki gezileri ve dokuma üzerine incelemeleri sonucu topladığı yazma baskılarını bir araya getirdik. Harald Schmidt’in önce öğrencisi, sonra meslektaşı olan, aynı bölümde öğretim görevlisi olarak çalışan Reyhan Kaya’nın dönemle ilgili video söyleşisi ve kumaş üretim örnekleri de bölümün tekstil tasarımı ve üretimi konularında eğitim hayatına katkısını ortaya koyuyor. Harald Schmidt’in oğlu Konstantin Schmidt halen Türkiye’de yaşıyor ve çalışıyor. Kendisi serginin hazırlık sürecinde bize desteğini hiç esirgemedi. Onunla bir araya gelmek ve Türkiye’deki tekstil sanatının, tasarımının izini sürmek heyecanlı bir süreçti.
İfade açısından tekstil sanatını, diğer sanat biçimlerinden, akımlarından ayıran ve farklı kılan en önemli özellik / özellikler sizce neler?
Nasıl ki heykel üreten bir sanatçı ahşap, mermer, çelik v.b. gibi malzemeleri kullanarak yeni yapıtlar üretiyorsa, ya da bir ressam için boya, fırça, tuval vazgeçilmez malzemelerse; iplik, dokuma, kumaş gibi tekstil malzemeleri de bazı sanatçıların sanatsal üretimlerinde kullandıkları malzemeler. Keskin bir ayırım yapabilceğimizi düşünmüyorum bu sebeple.
Tarihte, ipliğin ve kumaşın sanatta nasıl bir fonksiyonu olmuş?
Dokuma tezgâhları günümüzde yaşanan teknolojik ilerlemeler sayesinde daha hızlı çalışsa da, aslında ana çalışma prensibini hâlâ koruyor. İlkel bir el tezgâhı ya da en ileri teknolojiyle donatılmış dokuma tezgâhı olsun, “atkı” denen yatay iplikler, “çözgü” adı verilen dikey iplikler arasından geçerek istenilen renkte, motifte, sıkılıkta kumaşlar dokur. İnsanlık tarihinin ilk keşiflerinden olan el tezgâhı, öncelikli olarak örtünme, korunma gibi ihtiyaçları gidermek için kumaşlar üreten bir araçken, dokumada kullanılan renklerin ve ipliklerin çeşitliliği, farklı coğrafyalara ait motiflerin kumaşlara eklenme sıklığı arttıkça, dokumalar her kültürde, o coğrafyaya ait anlatıların nesilden nesle aktarıldığı bir ifade aracına dönüştü. Bir ülkedeki dokumalar, kullanılan desenler, renkler, motifler dikkatle incelenirse, aşk hikâyeleri, söylenceler, savaş, kıtlık, bolluk gibi toplumsal hafızada yer eden tarihi olaylar, günlük hayatın içinden süzülen sıradan insanların yaşam hikâyeleri, bu kumaş katmanları arasından çözülerek yüzyılların içinden günümüze ulaşır. Hayatın her alanına sinen ve çok farklı şekillerde kullanılan tekstil malzemesinin tarih boyunca sanatçılar tarafından üretimlerinin bir aracı olarak kullanılması da çok doğaldır.
Yerli ve yabancı sanatçıların eserlerinin yer aldığı bu sergide, ‘göç’ teması ön plandaydı. Bu bilinçli bir seçim miydi?
Sergide bazı ortak temalar birbirine dokunuyor. Bu temalardan biri de gönüllü ya da bir yerden zorunlu olarak ayrılma kavramı yani göç teması. Sergideki sanatçılardan ve yapıtlarından bazı örnekler verebilirim: Gülsün Karamustafa, özellikle 1980’lerde gerçekleşen büyük kente göç ve bunun sonuçlarını, kent kültürü ve köy kültürünün farklı zeminlerde karşılaşmasını; göç ile gelen insanların kentsel yaşama entegre olma süreçlerini kitsch objeler, buluntu nesneler, yerleştirme, film gibi geniş bir malzeme çeşitliliği kullanarak yapıtlarında görselleştirdi. Bir film projesi dolayısıyla İstanbul’un en çok göç alan gecekondu mahallerindeki evlerde zaman geçirmesi sonucu topladığı malzemeleri bir araya getirerek ürettiği iki adet tekstil kolajı, köy ve kent kültürünün bir araya gelmesiyle ortaya çıkan kırma bir kültürü betimleyen kompozisyonlar olarak sergide yer alıyor. İrfan Önürmen’in ‘Alabora’ adlı yapıtında, vatanlarını hayatlarının risk altında olması sebebiyle terk eden sığınmacıların bilinmezliğe uzanan yolculuğu ele alınıyor. Sanatçının üst üste, katmanlar halinde tüller kullanarak oluşturduğu deniz ve tekne figürleri, belli belirsiz insan siluetleri, bir teknenin fırtınalı bir denizde, dalgalar arasında yaptığı yolculuktan bir kesit sunuyor. Sanatçıya göre, alabora olmuş tekne dünyadır, toplumdur. Defalarca yaşanan trajediyi görselleştiren bu yapıt, toplumun alt üst olmasına ve parçalanmasına işaret ediyor.
‘Uçan Kazlar’ yorgan serisi
Yabancı sanatçıların eserlerinde bu tema kendisini nasıl gösterdi?
Lima, Peru doğumlu sanatçı Karen Michelsen Castañón ‘Kavrama’ adlı video çalışmasında, kendi ailesinin göç hikâyesini, göçmenlerin deneyimlerini Peru’nun quipu geleneğini bir metafor olarak kullanarak anlatıyor. And kültüründe bilgileri saklamak, aktarmak ve sınıflandırmak için kullanılan, farklı renkte ve kalınlıkta ipliklere atılan düğümlerden oluşan, kompleks bir sistem olan quipu, toplumsal ve bireysel belleğin en önemli parçası. Sanatçı da düğümü kendi kimliğinin giriftliğini anlatmak için sembolik bir unsur olarak kullanıyor. Ulla von Brandenburg’un kırkyama yorganları, bir başka coğrafyada, başka bir zaman aralığında yaşanan zorunlu yer değiştirmeye referans veriyor. Sanatçı, Montreal’de yaşarken karşılaştığı kırkyama yorganların Amerika’daki kölelik döneminde, firar eden kölelere yardım eden çok gizli bir ağ olan Yeraltı Demiryolu’yla bağlantılı olduğunu öğrenir. Yorganlardaki desen ve renklerin, özgürlüklerine kavuşmak adına Kanada’ya gitmeye çalışan kaçaklara yol gösteren gizli işaretler olduğunu ve bu sebeple üretildiği bilgisine ulaşır. Kullanılan motifler, renkler ve geometrik formlarla gizli bir yol haritası çizen bu yorganlar, sanatçının ‘Uçan Kazlar’ adını verdiği yorgan serisiyle tekrar hayata geçiyor. Sanatçı hemen her kültürde görülen yorgancılık geleneğini, kendi yapıtında ailesine ve yakınlarına ait artık kumaşlar ve eski kıyafet parçalarıyla hazırlayarak hem kişisel hem de kolektif bir tarihe dikkat çekiyor. Gerçekleştirdiği projelerle moda tasarımı ve güncel sanat arasındaki sınırları kaldıran Hüseyin Çağlayan’ın ‘Sözlerden Sonra’ adlı videosunun ilham kaynağı, 1974 yılında Kıbrıs’ın Türk ve Rum kesimi olarak ikiye bölünmesidir. Çağlayan’ın videosunda, taşınabilir mobilya-kıyafetlere dönüşen tasarımlar, insanların yurtlarını terk etmek durumda kaldıkları trajediler sırasında sahip olduklarını yanlarında götürmek istemeleri fikrine odaklanıyor.
Tekstil neden kıymetli bir sanat aracı?
Sıradan insandan çok fazla iz taşıdığı düşünülürse, “Tekstil sanatı toplumsal değişimleri diğer dallardan çok daha iyi anlatıyor” diyebilir miyiz?
Tekstilin en eski endüstri kollarından biri olması dolayısıyla tekstil malzemeleri zaman içinde farklılaşan üretim tekniklerini, küreselleşmenin tetiklediği dolaşımı işaretlerken, bir yandan da üretildiği coğrafya, ülke, toplumsal yaşamla ve kültürle ilgili bilgileri, motifleri, gelenekleri de bünyesinde taşır. Kısacası tekstil malzemesi sadece günlük hayatta kullanılan bir malzeme olmanın ötesinde farklı hikâyeleri nesilden nesle taşıyan bir aktarım nesnesidir. Bu sebeple de, toplumsal değişimlere hassas bir malzemedir.
Türk kadınları nakışla, örgüyle, dikişle, dokumayla fazlasıyla iç içe… Ve biz bu üretimleri günlük hayatımızda da kullanıyoruz. Peki bunlara ‘sanat’ denip, denemeyeceğini ne belirliyor? Tekstil materyallerinin sanata dönüşmesi için ne gerekiyor?
Sanatçıların tekstil malzemesini günlük kullanım malzemesi bağlamından koparıp, o malzemeyi biricik sanatsal bir fikri, düşünceyi, ifadeyi hayata geçirmek için kullanmaları malzemeyi sanata dönüştürüyor.