Dünya Ekonomisinde Yeni Trendler ve Türkiye Ekonomisi

04-11-2019

Prof. Dr. Sadi Uzunoğlu / Trakya Üniversitesi Öğretim Üyesi

ABD’de yeniden faiz indirimi ve parasal genişleme devreye sokulurken; Avrupa Birliği başta olmak üzere gelişmiş ekonomilerde durgunluk sinyallerinin güçlenmeye başlaması, dünya ekonomisinde yeni bir kriz dalgasının gelmekte olduğuna ilişkin beklenti ve belirsizlikleri artırıyor. ABD-Çin arasında yaşanan ticaret savaşları, İngiltere’nin Avrupa’dan ayrılma konusunda yani Brexit sürecinde yaşanan tıkanıklıklar, Suudi Arabistan petrol tesislerine yapılan saldırı, Ortadoğu’da artan politik riskler dünya ekonomisinde ticaret hacminin daralmasına neden olurken, dünya ekonomik büyümesini de tehdit ediyor. Uzun yıllardır yüksek büyüme trendine sahip Çin’de büyüme beklentisi bu yıl için yüzde 6.2. IMF, 2010’dan bu yana dünya ekonomisindeki büyüme tahminini sürekli aşağı çekerken, 2019 için son 10 yılın en düşük büyüme oranını (yüzde 3.2) açıkladı.
Son 10 yıldır dört büyük merkez bankasının gerçekleştirdiği bilanço genişlemesi, Gayri Safi Yurt İçi Hasıla’nın (GSYH) yüzde 3’ten yüzde 35’e yükselmesine ve faiz oranlarının ‘sıfır’ hatta ‘negatif’ oranlara düşürülmesine rağmen dünyada istenen ekonomik aktiviteye ve hedeflenen enflasyona bir türlü ulaşılamıyor. Yani parasal genişleme (para politikaları) bir anlamda çalışmıyor. Parasal genişleme, yatırım ve tüketim yerine finansal kesime akıyor dolayısıyla yeni balonların oluşmasına yol açıyor. Parasal genişlemenin ve ‘sıfır’ faiz politikalarının reel kesime akmamasının ve/veya etkili olmamasının nedeni tek değil. Birçok faktör sistemin işleyişini etkiliyor.
Birincisi; ABD’de 1990’ların ortasından bu yana paranın dolaşım hızında gerileme söz konusu. GSYH/Para Arzı rasyosu 1990’ların ortasında 2.2 iken 2010’lu yıllarda 1.6’ya kadar gerilemiş durumda. Parasal genişlemenin tabana yayılmaması ekonomik aktivitelerin zayıf seyretmesine neden oluyor. Bunun da nedeni küresel kriz ve sonrasında hane halkı, firmalar ve kamunun borçlarının GSYH’ya kıyasla yüksek düzeylere ulaşmış olması. Özellikle 2008 mortgage krizi ile geniş kesimlerin kredibilitesindeki bozulma, kredilerin tabana yayılmasını engelleyen en önemli neden.
İkincisi; ‘sıfır’ faiz ortamında kaynakların (kredilerin) dağılımındaki etkinliğin düşmesi. Düşük faiz veya negatif kredi faizi ortamında tüm projeler kârlı görünüyor. Daha teknik bir ifade ile yatırım projelerindeki nakit akışları ‘sıfır’ faiz ortamında tüm projeleri fizibil hale getiriyor. Bu durumda krizden çıkmış ve sermayesini önemli ölçüde yitirmiş olan bankalar; verimli-riskli-kârlı projeleri desteklemek yerine geleneksel-verimsiz-düşük kârlı firmalara kredi vermeyi tercih ediyor.
Üçüncüsü ise piyasalardaki ‘aksak’ yapı. Oligopolcü piyasa yapısı (az sayıda firma buna karşın çok sayıda müşterinin olduğu piyasa yapısı) yatırımları olumsuz etkiliyor. Çünkü az sayıdaki firmaların içinde piyasanın büyük bölümüne sahip olan öncü firmalar diğerlerine kıyasla güçlü finansal yapıya sahipler. ‘Sıfır’ faiz ortamında küçük firmalar yatırım yaparak piyasa paylarını artırmaya cesaret edemiyor. Küçük firmaların piyasa paylarını artırmaları, güçlü firmaları daha büyük yatırım yapmaya iteceğinden herkes piyasadaki payına razı oluyor. Bu da yatırım yapma isteğini köreltiyor. Verimli-kârlı ve inovatif (yenilikçi) yatırım yapılamıyor. Bu da piyasa dinamizmini ve rekabeti ortadan kaldırırken, ekonomik ortamın canlanmasını ve genişlemesini engelliyor.
Görece daha yüksek faiz oranlarına sahip gelişmekte olan ekonomiler ise gelişmiş ekonomilerdeki risk alma eğilimine bağlı hareket ediyor. Risk alma iştahının arttığı dönemlerde gelişen piyasalara sermaye akışı olurken; risk alma iştahının kapandığı dönemlerde tersine eğilimler yükseliyor. Kısaca gelişmekte olan ekonomiler gelişmiş ülke finansçılarının risk alma iştahına göre ekonomilerini dizayn ediyor. Oysa bu durum belirsizliği artırıyor ve bizim gibi ekonomileri sıcak paranın insafına mahkum ediyor.

Sıcak para ile nereye kadar?
Gelişmiş ekonomilerde yaşanması beklenen durgunluk sürecinin faiz oranlarını daha da aşağı çekeceği ve parasal genişleme politikalarının devam edeceği beklentisi bizim gibi ekonomilerde ‘yeni hayallere’ yelken açılmasına neden oluyor. Bizde de beklenti farklı değil: “Sıcak para akışı hızlanacak.”
Oysa bu model 2002’den bu yana deneniyor. Sermaye girişi kur üzerinde baskı yaratırken Türk lirası değer kazanıyor; faiz oranları geriliyor; varlık fiyatları artarken kredi genişlemesi başlıyor; ekonomi canlanırken kurun baskılanması nedeniyle enflasyonda önemli bir artış yaşanmıyor. Ancak diğer taraftan, değerlenen Türk Lirası (TL) ithalat artışı dolayısıyla cari açığa neden oluyor. Sonuçta bu açığı kapatmak için daha fazla dış sermaye girişine gereksinim duyuluyor. Daha da önemlisi değerlenen para, üretim içinde ithal girdi oranını yükseltiyor.
Elimizdeki veriler 1998 ve 2012’ye ait: Toplam mal ve hizmet üretiminde ithal girdi bağımlılığı 1998’de yüzde 12.4 iken; bu oran 2012’de 18.9’a yükselmiş. Yüzdesel artış oldukça yüksek. İthal bağımlılığının en yüksek olduğu sektörlerde; petrol ürünlerinde 1998’de ithal bağımlılığı yüzde 24.1 iken 2012’de bu oran 70.4; ana metal sanayiinde oran aynı dönemde yüzde 35.7’den 44’e; motorlu kara taşıtlarında yüzde 24.5’den 43.3’e; kauçuk-plastikte yüzde 30.1’den 40.7’ye; kimyasal ürünlerde 30.4’den 39.7’ye; kağıt ve kağıt ürünlerinde yüzde 20.2’den yüzde 36.8’e yükselmiş. İthal bağımlılığı düşük sektörlerde de benzer gelişmeler söz konusu: Gıda-içecekler-tütün sektöründe yüzde 11.5’den 18.8’e; kereste-ağaç, mantar ürünlerinde yüzde 14.3’den yüzde 24.1’e; basım ve kağıt ürünlerinde yüzde 18.9’dan yüzde 27.6’ya; metal ürünler ve madeni eşyada yüzde 26’dan 28.3’e; tekstil-giyim ve deri ürünlerinde yüzde 21.7’den yüzde 23.8’e artışlar yaşanmış. (Kaynak: Zafer Yükseler, 1985-2012 Döneminde Türkiye Ekonomisinde Yapısal Değişim ve İthalat Bağımlılığı, Nisan 2019)
Son üç çeyrekte negatif büyüyen; son dört çeyrekte yatırımları düşen; işsizlik oranının yüzde 13’ler düzeyinde seyrettiği Türkiye ekonomisinde büyümenin yani üretimi artırmanın bedeli de hayli yüksek: İthalata bağımlı üretim yapısı nedeniyle, cari açık ve daha fazla sermaye girişine bağımlı olmak.

Yüksek kur - düşük faiz
Artık algıyı değiştirmek gerekiyor. TL’nin değer kaybının, ithalata bağımlı üretim yapısında enflasyona yansıması kaçınılmaz. Dolayısıyla çift hanelerde dolaşan enflasyonun nedenini TL’nin değer kaybetmesine bağlamak dar bir bakış açısını yansıtıyor. Asıl sorun, üretimin ithalata bağımlı olması. Doğal olarak kur yükseldikçe enflasyon oranı da yükseliyor. Buradan çıkışın yolu ise yüksek kur-düşük faiz ve tarım ikliminin yeniden iyileştirilmesine bağlı.
Borçlanma ve aşırı kredi genişlemesi ile iç talebi canlandırmak kısa vadede işe yarayabilir ancak sürdürülmesi mümkün değil. Canlanan iç talebin ithalatı, dolayısıyla cari açığı büyüteceği açık. Sermaye girişlerinin insafına bağlı olarak açık kapatılabilir ancak bunun maliyetinin gittikçe yükseleceğini görmemiz gerekiyor. Yatırım yapılabilir seviyenin altındaki kredi derecesi ve yüksek CDS (Credit Default Swap) primleri ile dış kırılganlığımızın sürekli artması kaçınılmaz.
Bu durumda ‘değerli TL’ takıntısından vazgeçmek gerekiyor. Başta gelişmiş ekonomiler olmak üzere, Çin gibi gelişmekte olan ekonomiler paralarının değerini düşürerek rekabet güçlerini artırma savaşı verirken bizim tersini yapmaya çalışmamız acaba ne kadar doğru?
Firmalarımızın bir bölümü aşırı borçlanmayla fonladıkları yatırımlarını ancak yeniden ‘borç yapılandırmaları’ ile çözmeye çalışırken; bir bölümü bozulan nakit akışı ve yüksek faiz ile sermayelerini büyük ölçüde kaybederken, yüksek faiz ile sıcak parayı çekme çabasının bir işe yaramayacağını görmemiz gerekiyor. Kredi hacmimiz bu denli yüksek olmasaydı (GSYH’nın yüzde 70’i) yüksek faize katlanmak mümkün olabilirdi; ancak kredili-borçlanarak büyüme politikası artık yüksek faiz ile devam etmemize engel teşkil ediyor.
Türkiye ekonomisinde yenilikçi-rekabetçi üretim yapısının oluşturulması için girişim özgürlüğünden yargı reformuna; eğitim sisteminin iyileştirilmesinden rekabetçi ve yenilikçi teşvik sisteminin oluşturulmasına kadar atılması gereken birçok adım var. Ancak bunların yanı sıra, büyüme modelinin dış pazarlarda durgunluk beklentisine rağmen ekonomik modelin de yeniden tanımlanması gerekiyor. Türkiye ekonomisi yüksek kur (rekabetçi kur) ile ithal bağımlılığını azaltarak, yatırım ve ihracata dayalı büyümek zorunda. İthal edilen ürünlerin ülkemizde üretilebilmesi için yüksek kur-düşük faiz politikasının benimsenmesi kaçınılmaz görünüyor.
Hiç kuşkusuz atılması gereken diğer bir adım da ‘yaratıcı’ yıkıma izin vermektir. Sürekli yeniden kredi yapılandırmaları ile rekabet gücünü yitirmiş firmaların ayakta tutulmaya çalışılması piyasa disiplinini, rekabeti ve etkinliğini bozduğunu; sektör içindeki bu tür firmaların (Ponzi) diğer firmaları da ‘çürütmeye’ başladığını görmemiz gerekiyor. Oysa bu tür firmaların ayıklanması sektörde daha güçlü firmaların oluşmasını ve ‘ölçek ekonomisinin’ sağlanmasına yol açacaktır. Bu tür firmaların kamu otoritesi tarafından yaşatılmaya çalışılması sektörün rekabet gücünü geriletirken, piyasa disiplinini bozduğunu görmemiz gerekiyor. Ponzi haline gelmiş firmaları yaşatmak için bunları bankaların içinde tutmaya çalışmak finans kesimine güveni de zedeliyor.

Sonuç
Yatırım yapıp üreten, rekabet günü artırarak ihracata dayanan ve ithal bağımlılığını azaltan bir ekonomide; firmalarımızın ‘Döviz ne olacak?’ sorusu yerine işlerine dönmesi; ‘paradan para’ kazanma yerine ‘işlerinden’ para kazanmaya odaklanması gerekiyor.
Dünya ekonomisinde pazarları yeniden paylaşmak için ticaret savaşları sürerken Türkiye’nin hâlâ sıcak para girişlerine umut bağlaması kabul edilecek bir durum değil. Borç (kredi) sarmalına girmiş şirket yapıları ve TL’nin değerliliğine dayalı ithalata bağımlı üretim yapısı ile yeni düzende ayakta kalmanın olanaksız olduğunu daha fazla geç kalmadan görmemiz gerekiyor.


Diğer Haberler