Kübra Kıyak: Gerçek tasarımcı hikâyesiyle iz bırakandır
Türk tekstil ve hazır giyim sektörünün gündeminde son zamanlarda çok önemli iki konu var: Markalaşma ve tasarım. Önce doğup büyüdüğü Hollanda’da, ardından da İngiltere’de tasarım eğitimi alan Kübra Kıyak, yurt dışına açılmaya çalışan modacıların aksine, Avrupa’dan Türkiye’ye döndü.
Uluslararası markalara koleksiyon üretmesinin yanında, kendi markasının da kuruluş hazırlığında olan Kıyak ile ‘özgün tasarımların’ ne tür farklar yaratacağı üzerine konuştuk.
İnsanlık tarihinin her aşamasında olduğu gibi günümüzde de en önemli değerlerden biri yaratıcılık hiç kuşkusuz. Hayal etmekle başlayan, eğitimle form kazanan, araştırmalarla güçlenen yaratıcılık, her alanda olduğu gibi tekstil sektörünün de olmazsa olmazı. Zira sektörde ayakta kalmanın, dahası dünyaya açılmanın yolu yaratıcı kişi ve ekiplerle, tasarımcılarla çalışmaktan geçiyor. Kübra Kıyak da bu tasarımcılardan biri. Yeteneğini aldığı eğitimlerle pekiştiren, dünyanın farklı yerlerinde çalışarak tecrübe kazanan Kıyak, tıpkı bir sanatçı gibi hayal gücüne sınır koymadan tasarımlarıyla hikâyeler oluşturuyor. Tüm bu özellikler onu, sektörün ‘fark yaratan’ isimleri arasına koyuyor.
Herkes yurt dışına açılmaya çalışıyor. Siz Hollanda’dan Türkiye’ye geldiniz. Nasıl bir geçmişiniz var tasarım alanında? Neden buradasınız?
Hollanda’da iki farklı akademide tasarım eğitimi aldım, ardından Londra’da bir sene yüksek lisans yaptım. Toplamda dokuz yıllık tasarım eğitimimin yanı sıra farklı ülkelerde staj yapıp alanımı olabildiğince genişletmeye çalıştım. Yüksek lisansı tamamladıktan sonra bir iş teklifi aldım, bu teklifi değerlendirmek için Türkiye’ye geldim. İlk etapta aklımda Türkiye’de temelli kalma fikri yoktu; her ne kadar sevsem de... Türkiye’de yaşamaya başlayıp buradaki deneyimlerimi büyüttükçe daha çok sahiplendim ve hedeflerimi burada gerçekleştirmeye karar verdim.
Hollanda ve İngiltere’de iki ayrı tasarım/moda eğitimi aldınız. Ne tür eğitimlerdi bunlar?
Amsterdam Fashion Institute (AMFI) ve Central Saint Martins’teki eğitimlerim tasarım üzerine. Bu iki okul arasında çok fark var. AMFI’daki eğitim sürecim çok keyifliydi; her konuda kendini geliştirme fırsatı sunan, fakat bir o kadar da zor bir akademi. Zorluğu psikolojik açıdan yoğun olarak hissediyorsunuz, çünkü eğitmenler, öğrencilerinin her türlü sınırını zorluyor. Üstelik bunu sadece projelerinizde değil, karakteriniz üzerine oynamalarla da fazlasıyla yapıyorlar. Proje içeriklerinin gerçekten sizin fikirlerinizden doğması, karakterinize yakın ve kendine has bir tarzı olması için çok fazla testten geçiyorsunuz; bazen mobbing olarak algılanabilecek konuşmalara, bezdirme politikasına maruz kalıyorsunuz. Ancak bunların hepsi sonunda projenizden emin olmanızı sağlıyor. Böylece yaptığınız proje A’dan Z’ye size ait oluyor; konsept oluşturulmasından çizimine, kalıp çıkarılmasından çekimine, defilesine, kumaş geliştirilmesine kadar her şeyden kendiniz sorumlu oluyorsunuz. Bu yöntemlerle, öğrenciyi tekstildeki iş hayatına hazırlıyorlar aslında. Central Saint Martins ise hem yoğunluk hem de psikolojik olarak AMFI’dan daha rahat bir eğitimdi bana göre. Bu akademide de her detay, proje sahibine aitti. Öğretici ve geliştirici yönleriyle bana katkı sağlayan, sabretmeyi öğreten bu eğitimler, iş hayatında beni nelerin beklediğinin küçük bir kısmını da göstermiş oldu.
Kendi markanız da yolda... Nasıl bir marka olacak, bizi ne bekliyor?
Bizler akvaryumun içinde yaşayan insanlar gibiyiz. Deniz mesela, sakin ama hırçındır... Yıldızlar sessiz ama bir o kadar da parlaktır. Çok net ve açık. Peki, biz insanlar olarak ne kadar netiz? Ya da ne kadar hayatımıza istediğimiz şekilde yön verip yaşıyoruz? Ne kadar karakterimizi bulduğumuzu düşünüyor ya da karakterimizin arkasında duruyoruz? Koleksiyonumun içindeki her bir parçanın kendine has bir karakteri var, sahibini arayan. Sofistike çizgilerin gizemli detaylarla birleşmesinden oluşan bir koleksiyon. Yola çıkılan hikâyenin izleri, koleksiyonda farklı yönde kullanılıyor. Tasarım yapmak, bence anlık ruh halini çizgiye dökmektir. Ürünlerimin her biri, bir karaktere bağlı ve altında her zaman bir sebep ve bir anlam var. Kimisinde bir hayat hikâyesi, kimisinde tarihi geçmişten bir alıntı. Bu alıntılar klasik olarak belirgin olmamakta birlikte bir dokunuşla bağ kurmasıdır. İlham aldığım konular tasarımlarımda bağlantı halinde olan bir detay, dikiş, nakış, bir renk, leke, baskı ya da kelimelerden ibarettir. Sadece model tasarımı değil, grafiksel tasarımlar da benim için çok önemli. Ressamlık gibi, tasarımlarımın sanatla buluşması gibi... Az önce belirttiğim üzere koleksiyonun içindeki her bir detay, içinde gizemli bir hikâye ya da bir ruh hali barındırıyor.
Günümüzde pek çok alaylı tasarımcıya da rastlıyoruz. Sanki bu işler biraz kolay görülüyor gibi. Siz ne düşünüyorsunuz?
Kesinlikle katılıyorum, “tasarımcıyım” demek için illa ki eğitim almak zorunda değilsiniz, fakat etrafımda şu an en çok gördüğüm şey, insanların çok kolay bir şekilde “tasarımcıyım” demesi. Bir butik açmakla tasarımcı olunmuyor maalesef. Ayrıca sadece eğitimini alıp okul bitirmekle de tasarımcı olunmuyor. Bence gerçek tasarımcılar etrafına hikâyesiyle iz bırakanlardır. Günümüzde “maddi durumum yeterli, ben marka yapmalıyım” diye bir algı var. Fakat marka dediğiniz şey bu kadar basit, içi doldurulmadan yapılabilen bir şey değil. Daha önce de söylediğim gibi iz bırakmak çok önemli, ama işin ticari yönünü de düşünüp bu iki konuyu birleştirebilmek şart.
Eğitim sadece ön basamaktır
Eğitim, bir tasarımcıya ve sonrasında sektöre neler katar, nasıl fark yaratır?
Aslında eğitim çok önemli, fakat daha önemli olan bu eğitimi alan kişinin becerisi ve algısıdır. Bu mesleğe olan aşkını, ilgisini ve sadakatini azmiyle birleştirmesi büyümesine fayda sağlayacaktır. Aldığın eğitim, sektöre girdiğin zaman sana fayda sağlayacak diye bir garanti yok, sadece ön basamaktır. Aldığı eğitimden faydalanıp sektörde bunu geliştirmek, kişinin kendisine bağlı. Çünkü kişinin kendisini geliştirmesi, potansiyelin farkındalığı sektöre girdiğinde ortaya çıkan bir durum. Karşılaştığı zorluklar kişinin bu işteki gücünü, farklı meziyetlerini öne çıkaracaktır.
‘Markalaşma ve tasarım’ son yıllarda, tekstil ve hazır giyim sektöründe her zamankinden fazla gündemde. Dünya markası olabilmek için özellikle bu iki alanda uzmanlığın ve vizyonun önemine dikkat çekiliyor. İyi tasarım sizce nedir, nasıl çıkar ortaya?
“İyi tasarım” kişiye göre değişir; farklı müşteri grupları ve farklı bakış açılarından ibarettir bence. Tasarımcının hangi yönde ilerleyip nasıl hitap etmek istediğiyle alakalı. Tasarımcılığın, derinlik ve her konu hakkında bilgi sahibi olmanın yanı sıra çok fazla araştırmacılıktan oluştuğunu düşünüyorum. Vizyonunu ne kadar geniş tutar ve bilgilerini ne kadar kendinle özleştirirsen, kendine ait bir tarz ve bir imza oluşturabileceğine inanıyorum. Yani daha önce de bahsettiğim gibi tasarım, kişinin karakterini çok iyi bilmesinden yola çıkıp, onu araştırma ruhuyla birleştiren bir yolculuktan doğuyor.
Sizin hazırladığınız koleksiyonlara baktığımızda çok ilginç hikâyelerin izini sürdüğünüzü görüyoruz. Mesela ANTHROPOMORPHIC koleksiyonunuzda mitolojiye ve İslam dünyasına atıf var. Nasıl çıktı ortaya bu koleksiyon? Nereden esinlendiniz?
Bu koleksiyonu çıkarttığım dönemde Türkiye’de yaşamıyordum, İstanbul’da patlamaların olduğu dönemdi. Avrupa’daki insanlar İslam ülkelerine ve Türkiye’ye karşı önyargı içindeydiler. Bu düşünce beni rahatsız etmeye başlamıştı, sebebi ise aslında çok güzel ve derin bir kültüre sahip olup bunu görmüyor ve bilmiyor olmalarından kaynaklıydı. Bu sebeplerden sonra ben bu projeyi derinleştirip İslam dininin ve kültürümüzün içeriğini tanıtmaya karar verdim.Bu hikâye, hem mitolojiden hem eski İslam dünyasına ait simgelerden yola çıkmıştır. Bu, kaligrafi döneminden daha önce insanların hikâyelerini anlatma şeklidir. Kayaların ve taşların üzerine çizilen resimlerin hiçbiri ne tam insan ne tam hayvan, işte bunun anlamı da anthropomorphic olarak geçmektedir. Araştırma sonucundan keşfettiğim alıntılar, görseller ve yazılardan yola çıkarak ilk bakışta alıntının nereden geldiği görülemeyecek şekilde geliştirilmiştir.
Sizinkiler gibi sıra dışı tasarımlar sayesinde, insan sadece bir giyim ürünü değil, farklı bakış açıları da kazanıyor. Tasarımların böyle bir misyonu olmalı mı?
Her tür tasarımın bir misyonu vardır aslında; gerek çıplak kalmamak için gerek bir benliği göstermeyi isteme misyonundan ötürü. Fakat tasarımda gizem ve soru işareti olması, alıcıyı düşündürmesi önemli noktalar benim için. Üründeki derinliğin alıcıyla bütünleşmesi ve özleşmesi gerekir bence. Misyonu da benim gözümde budur.
Duygu, karakter ve ruh yoksa tasarım olmaz
Bu tür özgün hikâyeler olmadan tasarımlar sadece ticari bakış açısına sahip oluyor ve az önce sözünü ettiğimiz markalaşma süreci tamamlanamıyor. Oysa topraklarımız ilham kaynağı olabilecek pek çok hikâyeyle dolu. Böyle bir ortamda güçlü Türk tasarımcıların daha fazla olması için ne yapılmalı?
Kendileri gibi olmalılar, “ben kimim” sorusunu sormalılar öncelikle. Bence tasarım, ruhen yapılan bir şey. Kimi zaman iyi bir ruh haliyle yaparsın, kimi zaman kötü ruh haliyle. Bir karakter, bir duygusallık ya da bir ruhun katılmadığı an, tasarım dediğimiz şey sadece bir ürün olarak kalıyor. Açıkçası “x” tasarımcıların neler yaptığına bakmak ve aynı çizgiyi takip etmeye çalışmaktansa kendi misyonunuz çerçevesinde daha derine inmek, çok daha önemlidir bence.
Hem yaratıcılığın peşinde koşan bir tasarımcısınız, hem de işiniz gereği markalarla bu ticari ilişkilerin içindesiniz. Tasarımcı olmak isteyen gençlere ve aynı zamanda onlarla işbirliği yapmak durumunda olan markalara nasıl bir mesaj verirsiniz?
Öncelikle bu işte sabır ve özgüven çok önemli. Fakat sabır ve özgüven dışında tasarımcı olarak hangi yönde ilerlemek istediğini çok iyi bilmek lazım. Kesinlikle kendinden emin adımlarla ilerleyip karşısındakine iş bilirliğinle alakalı özgüveni hissettirmesi lazım. Çıktığım bu yolculukta çok fazla projede yer alıp farklı markalar için tasarım yapmışlığım vardır. Çalıştığım projeler bazen tarzımı yansıtmasa da bunu bir şekilde kendi tarzımla harmanlayıp ortaya yeni bir iş çıkardım, her projeyi kabul etmemekle birlikte. Şöyle ki “x” projede yer almadan önce karşımdaki kişiyi doğru analiz edip tamamen onun ruh haline ve karakterine göre yol almakla birlikte kendi çizgimi ilave etmiş oldum. Bu da proje sahibinin bana güvenmesini ve inanmasını sağladı. Tasarımcı ve proje sahibinin arasında güven ve inanç olduğu an daha özgür olursun ve kendi fikirlerinle yola çıkıp karşındakini memnun etme gücünü artırıyorsun. İşin gerçeği tasarımcılığı hedefleyenler için tavsiyem: Önce kendinizi tanıyın, ne istediğinizden emin olun ve kendinize inanın, farklı olmak için uç noktada ve absürt giyinilmeyecek ürünler ortaya çıkartmak zorunda değilsiniz, çünkü farklılık bu değildir. Tasarımcıyla çalışan marka sahiplerine ise şunu söyleyebilirim: Tasarımcıya güvenin, inanın ve özgürlüğünü kısıtlamadan doğru yönü gösterin. Sadece aklınızdaki anlatmanız yeterli, yönünü bırakın tasarımcınız belirlesin.